leyman'a bakıyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Oynamazlarsa iki- sini birden vuracaklardı. UÜstelik bahisçiler, “sağ kalan serbest kalacak”' diye söz vermişlerdi. Ta- bancayı önce Abbas şakağına da- yıyor ve tetiğebastığında sadece bir “tık” sesi duyuluyordu. Odada çıt çıkmıyordu. Sıra Süleyman'a gel- mişti. Silahı başına doğrultup teti- ği çektiğinde, tabancanın yankılı gürültüsü, bahisçilerin mutlu ve üzüntülü çığlıklarına karışıyordu. Süleyman'ın kafası ikiye bölün- müş, memleketinden çok uzaktaki bu iğrenç kumar masasına kanlar içinde yığılıp kalmıştı. Bahisçiler, sözlerinde durup Ab- bas'ı serbest bırakıyorlardı. Abbas da, paralı askerlerin kampına dö- nerek, başından geçenleri arkadaş- larına birer birer anlatıyordu. Kim- senin kendisine inanmadığını gö- rüncede de, “var mı benimle Rus ruleti oynayacak babayiğit?”' diye meydan okumaya başlıyordu. Pa- ralı askerler arasında bu meydan okumaya sessiz kalacak insan pek yoktu. Abbas'ın karşısına hemen biri geçmişti. Tabanca tam şakağa dayanacakken, birliğin komutanı yetişerek olaya müdahale ediyordu. Komutan, yaşamına kumar oyna- yan bu iki genci önce tokatlıyor, daha sonra Abbas'ı, ““sen cesur bir askersin” diyerek parayla ödüllen- diriyordu. Abbas da, hem ikinci de- fa ölümün eşiğinden döndüğünden, hem de mükafata konduğundan, Rus ruületi oynarken, toplu taban- canın çıkardığı “gacırt”” sesinden il- ham alarak “gacırt, gacırt”” diye bağırmaya başlıyordu. O günden sonra, Rus ruletinin adı, Lübnan' da savaşan Türkler arasında “*Ga- cırt Abbas”' olarak kalıyordu. Ga- cırt Abbas, yaşamdan hiçbir bek- lentileri olmayan paralı askerler arasında kısa zamanda moda olu- yordu. Birlikten iki kişi bu oyunu oynarken öldükten sonra, birlik komutanı, askerlerden, Rus ruleti oynamayacaklarına dair teker teker Kuran'a el bastırarak söz almak zo- runda kalacaktı. “El kadar 14'lü.” Abbas, Bey- rut'ta dillere destan olan cesaretini babasından almıştı, Babası Şeha- bettin, kelimenin tam anlamıyla bir “eski tüfek”'ti. İşlediği suçtan ötü- rü 36 yıla mahküm olduktan sonra hapisten kaçmış, ünlü eşkiya Koçe- ro'nun çetesine girmiş, yıllarca dağ- larda kaçak olarak dolaşmıştı. Ken- di deyişiyle ““pireye ateş etti mi vuran'” Koçero'nun yanından ayrıl- dıktan sonra da, mensup olduğu aşiret aracılığıyla Lübnan'a gelmiş, burada evlenmiş ve yıllarca İsrail'e karşı savaşmıştı. 4 defa vurulmuş ama “Cenab-ı Hak istemediğinden”” ölmemişti. Bugün, sabahtan akşama kadar Lübnan'- daki Türk kahvesinde belindeki 14'lü tabancayı çıkarmadan oturan Şehabettin, ““şimdi kocadık, adam boyu tüfek kuşanırdım, fişekliği çifter gererdim. Bak, kaldık el ka- dar tabancaya, şu kötü 14'lüye”” di- ye hayıflanıyordu. *“Hepsi gitti.''Beyrut'un Müslü- man mahallesindeki derme çatma Türk evinde sadece 7 kız çocuğu bir de yaşlı analarını görmek, gazeteci Savaş Ay'ı şaşırtmıştı. Erkeklerin nerede olduklarını sorduğunda, “gitti, hepsi, gitti”” diyordu yaşlı ana. “Önce büyük oğlan İbrahim d Beyrut'taki sinemalar, herhangi bir Avrupa başkentindekiler kadar renkli gitti, Yahudi diyorlarmış, aşağıda savaş yaparmış, bizimki de asker- di. Bir sabah çıktı evden gitti... Sonra büyüğü Üzeyir, onu arama- ya çıktı... Sonra benim efendi iki- sini aramaya gitti... 15 ay geçti... Tek haber yok...” Nasıl geçindikleri, ne yiyip içtik- leri sorulduğunda, ana ses etmiyor, başını öne eğiyor, usulca ağlıyordu. Paralı asker Siirtli Nizam, birden atılıyordu: “Biz aç koyar mıyız hiç onları her şeylerini biz tedarik edi- yoruz.” Dışarı çıkar çıkmaz, Ni- zam, sanki kadın oradaymış da se- sini duyacakmış gibi gazetecinin kulağına fısıldıyordu:**Oğullarının ikisi de ölmüş, haber aldık. Baba- larıda, onları aramaya değil, baş- ka avrada gitmiş, gözü çıksın, ya- kalarsak biz vururuz.”” Vur ki bir daha kimseden kork- masın. Küçük çocuğun saçları kı- vır kıvırdi, gözleri iri iki zeytini çağ- rıştırıyordu. Elindeki oyuncak tah- ta tabancayla ateş eder gibi yapı:- yor, “degav degav”' diye sesler çı- kartıyordu. Birden, fotoğrafını çekmek isteyen adamın karşısında donup kalmıştı. Oyuncak tabanca- sını elinden atmış, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bir başka ço- cuk koşuyor, kucağına alıyor, göz- lerini gömleğinin eteklerine siliyor ama hıçkıra hıçkıra ağlayan çocu- ğu susturamıyordu. O sırada bom- balanmış bir evin inşaatından çıkan adam, çocuğa doğru hızla yürüme- ye başlamıştı. Ağlayan çocuğun önüne gelince durmuş, olanca gü- cüyle vurduğu tokadı, küçücük ço- cuğun yanağında şaklamıştı. Büyük adam güç dayanırdı bu tokada. Ama çocuk susmuş, “gık”” deme- mişti. Kalabalıktan bir Filistinli, PS , yanındakine dönüyor, “babası”' di- yordu. “Vurdu ki, kimseden kork- masın bir daha, korkmasın ki ka- zanalım, kazanalım ki, torunlar ağ- larken tokat yemesinler, ileride, her çocuk gibi ağlayabilsinler.”” Bunca savaşa, çileye, acıya kar- şın, insanca yaşam sürüyordu Bey- rut'ta. İnsanlar yine aynı lunapar- ka gidiyor, deniz kıyısında balık tu- tuyor, tankların, topların arasından bebek arabasını süren genç bir an- ne geçiyor, bir kadın, bombayla yı- kılmış balkonuna çamaşır asıyordu. İnsanlar kuş besliyor, çiçek yetişti- riyor, lisan öğreniyor, ehliyet alı- yor, sinemaya gidiyor, âşık oluyor- du. 20 yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın galibi belli değildi ama, bu talihsiz kentte, her şeye karşın, yaşam tutkusu, ölüm kor- kusunu yenmişti © NOKTA 2 MART 1986 37