30 Temmuz 1966 Tarihli Akis Dergisi Sayfa 31

30 Temmuz 1966 tarihli Akis Dergisi Sayfa 31
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Gölbaşı Karakolu Gedikli Başçavuş, m cümlelerle konuşan ada- mı dinledi, "— Yahu, Mai tımarhane mi? Madem ki ya- nında çalışan adam delirmiş, şimdi onu bir taksiye atar, arada gerekli yerlere götürür, muayenesini yaptırırsın. Ben deliyi burada ne yapayım? İşine gel- mezse de adamı bırakırsın, gider" dedi. Karışık cümlelerle konuşan adam renkten renge giiyondu. Bırakırsam, beni öldürür" diye yalvardı. İlk bakışta haklı görünüyordu. Bahçesinde işçi olarak çalıştırdığı adam birden çıldırmıştı, ona buna saldırıyor, köyüne gidip karısını öldüreceğini söylü- yordu. Adam, bekçi ile birleşmiş, çıldıran işçiyi gü- venlik altına, almak için bağlamıştı. Şimdi de kara- kola getirip teslim ediyordu. Ötesi kendisine ait de- Sildi. Allahtan, o sırada Bucak Müdürü karakola girdi. Adama şöyle bir baktı ve sert bir çıkışla: "— Delilik hikâyelerini bir yana bırak! Söyle ba- kayım, aranızdaki kavganın sebebi nedir? Çalıştırdın, parasını mı vermedin?" diye sordu. Birkaç saniye sonra deliren adam huzura getiri- lince işin içyüzü meydana çıktı: Adamın aklı tama- miyle başındaydı. O kadar başındaydı ki, oniki gün çalıştıktan sonra, işini sağlama bağlamak için, bi- rikmiş olan gündeliklerini istemiş, fakat kendisine 120 lira yerine sadece 20 lira verilmişti. Üstelik bir de esaslı dayak yemişti. Parmakları âdeta kenetlen- miş kalmış gibiydi. Gözlerinden ıstırap ve öfke yaşla- rı dökülüyor, yan çıplak vücudunu, sefaletini gözler- den saklamağa çalışarak: "— 20 lira ile gitmem, paramı isterim! Köyden para kazanmak için geldim, deli filân değilim" diyor- du. "Bu sırada başka başka olaylar, ardıardına kara- kola intikal ettiriliyordu. Meselâ, sekiz kişi birleş- mişler, bir adamı tabancayla, tüfekle tehdit ederek dövmüşlerdi. Adam başından yaralıydı. Yüzme havu- zunun park yerinde park eden bir hususi arabaya çar- pan ve onu ciddi şekilde hasara uğratan şahıslar, su- çu kabul ediyor, fakat herhangi bir şekilde anlaşma yoluna giderek hasarı ödemeye yanaşmıyor, "kaçma- dık ya, işte adresimiz... Siz de bize güvenin. Elimiz değerse elbet birgün birşey yaparız, insanlık ölmedi a.." diye direniyorlardı. Başçavuş, çaresiz, etrafına bakındı. Ah, körolası vasıtasızlık! Elinde bir vasıta olsa, hemen atlayıp gider, olayları yerinde tespit eder, gerekeni yapardı. a bunun için de telefonun muntazam işlemesi lâ- zımdı. Bu ise bir mucizeydi. Ani bir kararla yerinden kalktı. Trafik kazasının geçtiği yere, bir erle beraber, yaya olarak gitti. Ta- rafları, tanıkları dinledi. Şikâyetçi ile sanıkları yanı- ita taktı, yirmi dakikalık yolu tekrar, kafile ile bera- ber yürüdü. Şikâyetçi, "Vasıtanız yok mu?" diye sız- ve ketenlerle de çok ucuza malo- lan, fakat aynı dinamizmi ve hare- ketliliği ogösteren yaz elbiseleri ya- pılmaktadır. Meselâ dümdüz, ampir tan meydana 30 Temmuz 1966 biçimi bir elbise, üç çeşit kumaş- gelmiştir. Kısa be- den, benekli bir kumaştır. yarısı düz, yarısı ise benekli kumaş- lanıyor, Başçavuş ise, mütevekkil: avacı olanlar araba tutarlarsa yoksa yaya gideriz" diyordu. Pekâlâ, ya köyde bir cinayet olur uzak bir yerde bir önemli olay cereyan ederse? Başçavuş âdeta keyiflenmişti: ' "— O kolay" diye cevap verdi. "Öldürülenin veya yaralananın yakınları muhakkak araba tutarlar. Dün böyle bir olay oldu. Araba tuttular, gittik." ' Bu sırada kafile, Gölbaşı Karakolunun karanlık yoluna doğru yönelmişti. Başçavuş mütemadiyen: "— Ölüm yok, mal kaybı yok. Basit bir kaza bu. Anlaşın gitsin. Telefonda Trafiği çıkaramayız. Çı- karsak, bu defa bilirkişiyi bulamayız. Onu bulsak, yi- ne de sabaha kadar bekleyeceksiniz" diye nasihat edi- yordu. Araba sahibi ise bazı belgeler eee Sanıklar, "Allah allan... Bize güveniniz yok mu?" diye adama çıkışıyorlardı. Bu sırada kafile yeni N heyecan ge- çirdi: Başçavuşun yanındaki er, sıcağa ve yola daya- namıyarak bayılmıştı. Başçavuş bir yandan dayak olayının tanıklarını dinliyor, bir yândan Ankara Trafik Merkezini arıyor- du. Nihayet buldu. Aldığı cevap şu idi: "Bilirkişi yok. Aralarında anlaşsınlar." Ama taraflar anlayamıyorlar- dı ki... Dayak olayının bir sanığı "İşim var" diyerek, davete icabet etmemişti. Şimdi, adamı zorla getirt- mek gerekiyordu. Anlaşamıyan adamları anlaştırmak da acaba karakolun işi miydi? Başçavuş düşündü, makinesine kâğıtları taktı, tekrar düşündü. Bu sırada gözü, makam odasını ay- dınlatan sönük ampule ilişti. Gerçi ampul bo- zuk değildi ama, belki de daha iyi düşünmek için ola- cak, bol ışıklı bir ampule ihtiyaç hissetmişti. Cebin- den bir 5 liralık çıkardı, erlerden birinin önüne attı: "— Bu ne hal? Koş, şuraya yeni bir ampul al!" arabayla, Muammer Karaca, Ankarada "Cibali Karakolu- 1966"yı temsil ediyormuş. Aslında buna hiç de ih- tiyaç yok. Gölbaşı Karakolu Ankaraya kaç adım öte- de? Ben Pazar tatilimin bir kısmım bu karakolda ge- çirdim ve doğrusu çok eğlendim. Türkiyede modern bir Anayasa var, insan hakları Var, emekçiye ait çe- şitli kanunlar var, sima hukuk devletinin ilk basama- ğı olan karakollarda, olayları yerinde izleyebilmek için bir vasıta yok, doğru dürüst işleyen bir telefon yok, bir telefon rehberi yok. İnsanlar bunun için her- şeyi kanuna değil, kitabına uyduruyorlar. Bunun için haklının değil, her zaman düzenbazın, madrabazın bo- rusu ötüyor. Ankaranın Gölbaşında durum bu o- lunca, Anadolunun kuş uçmaz kervan geçmez köşe- lerinde insanların hali nicedir, bir düşünülsün!.. Dağ kanunu, dağ kanunu... Evet alna, işte du- rum! Başka nasıl olsun? Jale CANDAN tan yapılmıştır. e Aşağı doğru düm- düz inen bir elbisenin ise incecik askıları vardır ve askılar ayrı ku- maştan yapılmıştır. Eteğin 31

Bu sayıdan diğer sayfalar: